"Genellikle benliğimiz asgariye indirilmiş durumda yaşarız;
melekelerimizin çoğu, ne yapılacağını bilen ve
onlara ihtiyacı olmayan alışkanlığa güvendiklerinden, uykudadırlar."
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde - Proust
Kendimi bildim bileli farkındayım ki "yaşadığımız" çok az an var. Rüzgara kapılıp giden yel değirmenleri gibiyiz. Dönüp duruyoruz, dönüp duruyoruz ve rüzgar bir an diniverirse düşünmek, fark etmek için küçük bir mola veriyoruz.
Bir adamı / kadını, ailemizi, arkadaşlarımızı, çiçeği böceği seviyoruz. Zamanla sevmek, tıpkı çoğu zaman düşünmeden gerçekleştirdiğimiz konuşma eylemi gibi bir alışkanlık, rutin haline geliyor. Sonra bir an, gerçekten sevdiğimiz şeye dikkatlice baktığımızda, belki de bir tesadüf anında hiç görmediğimiz bir şeyi görmüşcesine duraksıyoruz. "Ne çok seviyorum!" , "Ne kadar güzel!" , "Nasıl bu kadar çok sevebilirim?" gibi pek çok cümleyi geçiyoruz içimizden. Bir anlığına, Proust'un da altını çizdiği uyku halinden uyanıyoruz.
Bu sadece karşımızdaki bir canlı için hissettiğimiz bir duygunun yeniden dirilmesini kapsamıyor. Zihnimizin algıladığı her şey için geçerli. Kimi zaman ellerime bakıyorum, onları hiç tanımıyor gibi hissediyorum. Parmak uçlarımı inceleyip bir anlığına yaşadığımın farkına varıyorum. Sanki bir an önce nefes alan ben değilmişim gibi geliyor. Oturduğum banktan, yarı belime kadar sarktığım pencere pervazlarından, köprü demirlerinden görmeye alıştığım manzaralarda kimi zaman Galata Kulesi'nin kimi zaman çirkin otobanın bir parçası bana o anın kıymetini fısıldıyor. Tabii eğer yaşamak gerçekten kıymetli bir şeyse.
Proust'a göre benliğimizin uykusunun cibinliği olan alışkanlıkları, rutini bozan bir olay, bir an açıveriyor. Cibinlikten sızan bir koku, bir ses artık her neyse bizi uyandırıveriyor. (Proust bu cibinlik benzetmemi duysa hoşlanır mıydı bilmiyorum ama ben zaten onun bu cümlesinden yola çıkıyorum sadece. Onun düşüncesini kesinkes paylaşmıyorum.) Bana kalırsa cibinliği açıveren sebeplerse bu kadar net değil.
Bir süredir durup düşündüğümde aklıma gelen ve çözemeyeceğimi bildiğim halde irdelemekten hoşlandığım şeylerden biri de bu aslında. Gerçekten yaşadığımızı hissettiğimiz anları nasıl çoğaltabiliriz? Hislerimizi, düşüncelerimizi derin uykulardan nasıl kurtarırız?
Bildiğim tek şey, hayatı çok hızlı yaşamamaya çalışmak. Kendimize düşünecek anlar bırakmak. Bu soruların yanıtlarını bulmak ve daha çok "yaşamak" için atmamız gereken ilk adım iç sesimizi dinlemek. Kendimizi, benliğimizi tanımadan hiçbir yolculuğu tam manasıyla tamamlayabileceğimize inanmıyorum.
Ve evet, kimi zaman bir şeyler okurken düşüncelerime minicik bir yakınlığı bulanan bir cümlenin peşine takılıp yazıp duruyorum.